Bir Tiyatro Oyunu: Toplu Hikayeler ve Yazmak Üzerine

E.Hilal Ceylan
Türkçe Yayın
Published in
4 min readOct 25, 2022

--

Hayatımda tesadüflerin yer almadığına büyük bir inancım olduğunu söyleyebilirim. Tesadüf diyerek şaşkınlıkla yada alelade bir şey olarak karşıladığım her şeyin muhakkak ki üzerimde bir etkisi olduğuna inanıyorum. Gözle görülür hiçbir etkisi yoksa da “kelebek etkisi”… Kim bilir belki de o an, orada, hiç beklemeden yaşadığım olay belki de bir başkasının hayatını yine beklenmedik bir şekilde etkilemiştir.

Dün çocukluk arkadaşımdan bir mesaj aldım. Bilet aldıkları tiyatro oyununa gidemeyeceklerini, istersem 2 kişilik bileti olduğunu ve bana vermek istediğini söylüyordu. Devlet tiyatrosu, evime 900 metre mesafe, telaşsızca gelen bilet, harika bir konumda koltuklar… Daha ne olsun. Oyunun ne olduğuna bakmadan kabul ettim bu güzel teklifi. Karşılığını uzun bir sohbet ve bol kahve ile en kısa zamanda ödemem şeklinde anlaştıktan sonra akşamı beklemeye başladım.

Tabi ki hiçbir araştırma yapmadan bir oyuna gitmek adetim değildir. Fazla vaktim olmamasından sebep yüzeysel bir araştırma yaptım. Oyun hakkında pozitif eleştirilerin fazla olmasının yanında, oyunun edebiyat üzerine sohbetler zinciri olduğunu öğrenmenin mutluluğuyla oyun saatini heyecanla beklemeye başladım.

İzlemeyenler için biraz oyundan bahsetmek isterim:

Donald Margulies’in yazdığı Jason Hale’in yönettiği Toplu Hikayeler oyununu Ankara Devlet Tiyatrosu Şinasi Sahnesi’nde izledim. Oyunda yazar olmak isteyen edebiyat öğrencisi Lisa, hayranı olduğu ve idolü olarak gördüğü öykü yazarı Ruth Steiner’ın önce öğrencisi, sonra asistanı olur. Hikayenin devamında geçen yıllarla birlikte aralarında arkadaşlık bağı gelişir ve yazarlık kariyerlerinde Lisa’nın yükselişi Ruth’un düşüşünü sahnede izleriz.

İki kişilik bu oyunda hikaye ilk bakışta durağan gözükse de oyun boyunca inişli çıkışlı, temponun genel olarak yüksek olduğu ve su gibi akıp geçen bir oyun olduğunu söylemek isterim. İzlediğim veya okudum eserlerde dönem vurgusunun iyi şekilde yapılmasını severim. Bu oyunda da dönem vurgusunun güzel bir şekilde yapılıyor olmasını ve iki kuşak arası farkın net bir şekilde gözler önüne serilmesini çok sevdim. Bu noktada Sükun Işıtan ve Elif Kaman’ın oyunculuklarına değinmeden edemeyeceğim. Şahsi kanaatimle Sükun Işıtan’ı bir adım öne koysam da iki oyuncunun da harika bir performans sergilediğini söyleyebilirim. Hele ki edebiyat sever, yazmaya karşı ilgisi olan bir kişinin oyunu izlerken heyecanlanmamasını, kendi iç dünyasına dönmemesini pek mümkün bulmuyorum.

Böyle güzel bir oyunu izlememe vesile olan canım arkadaşıma teşekkür ederken oyundan neden bu kadar etkilendiğimi kendi kendime sormadan edemedim. Oyun sırasında bir çok diyaloğu not alma ihtiyacı hissettim. Oyun çıkışında bir kahve içimi oyun, edebiyat ve yazmak üzerine erkek arkadaşımla konuşurken kendimi rahatsız hissettiğimi fark ettim. Erkek arkadaşımdan gelen bir soru ve tespit de (şu an paylaşmak yazının seyrini değiştireceği için orayı pas geçiyorum) beni başa döndürüp bu yazıyı yazmaya sevk etti.

Yazmaya olan sevgim, beni uzun süre tanıyanlar tarafından bilinir. Keza iş hayatına bu sektörden girişim tesadüf gibi görünse de aslında tamamen yazmaya olan ilgim ve alakam sebebiyle oldu. Akıllı telefonun olmadığı dönemlerde yanımda defter ve kalemim olmadan gezmezdim. Her gün iyi kötü bir yazı yazdığımı, hiç kimseyle paylaşmasam bir takım günlük sayfalarını doldurarak yılları devirdiğimi hatırlarım. Fakat son birkaç yıldır ne olduysa yazmaktan uzaklaştığımı fark ettim. Bunun sebebi ne diye sorduğumda bir çok bahanenin arkasına kolayca sığınabilir, beni az tanıyan birini bu bahanelerle kolayca ikna edebilirim. Fakat hiçbiri gerçek olmaz. Yazmak istemiyor olsam iş çok kolay. Zira kimsenin bir şeyi seviyor diye sonsuza kadar yapması kanaatinde olan biri değilim. İçimden bir ses durdurulamaz bir şekilde yazmamı söylerken, elim kaleme uğramaz oldu. Klavyenin başına geçtiğimdeyse sayfalar dolusu yarım yazının üzerimdeki ağırlığı ile tamamlayamadığım her şey üzerimde bir yük olmaya başladı.

Peki neden? Yazsam rahatlayacağım gibi hissederken neden kendimi bu rahatlamadan mahrum bırakıyorum? Sebeplerini net ve doğru şekilde ortaya koyamasam da bu soruyu sorabilmek bile şu an bana iyi hissettiriyor. Eskiden yazdığım yazının niteliği, nasıl olduğu, okuyan birinin ne düşüneceği umurumda olmazken şimdi kimseyle paylaşmadığım bir sayfa yazı yazsam onu yeterli görmeme, negatif şekilde eleştirme ve daha hatasız, mükemmele daha yakın olması için kendimi yargıladığımı görme hastalığına tutulduğumu söyleyebilirim. Sevdiğim yazarları okudukça kendimi yazmaya layık görmediğim de cabası… Günler birbirine kovalar, yazdıklarımı herkesten önce ben büyük eleştirilere maruz bırakırken adım adım yazmaktan uzaklaştığımı fark ettim. Kimi zamansızlıktan şikayet ettim, kimi hayatımı durağan bulduğumdan ve yazacak bir şey bulamadığımdan (külliyen yalan) Sonuçta gerçekle yüzleşmem gerekirse ben kendime yazma hakkı vermediğimi fark ettim. Ki ne münasebet… Başka bir arkadaşımdan bu sözleri duysam onu nasıl motive edeceğimi bilirken iş kendime gelince tüm negatif fikirleri besleyip destekleyip konudan daha da uzaklaştığımla yüzleşiyorum şimdi.

Dün ne oldu derseniz, bir oyun izledim ve içimde bir şeyler yerinden oynadı diyebilirim. Ruth, yazar olmak isteyen öğrencisi Lisa’ya bir takım önerilerde ve nasihatlerde bulunurken sanki gelip de benim kulağıma bunları fısıldadı. Lisa’nın aklındaki bir hikaye fikrini Ruth’a anlatmaya çalıştığı sahnede Ruth Lisa’ya şöyle söyledi: Anlatma yaz. Anlatmak içindeki yazma dürtüsünü söndürür. Ben de yazmak istediklerim üzerine o kadar fazla düşündüm ve o kadar çok konuştum ki belki içimdeki yazma isteği bu yüzden sönüverdi. Takibinde yine Ruth’un söylediği doğruluğu tartışmaya açık olsa da benim için önemli bir kısım daha vardı. “Yazarlık öğrenilebilen bir şey değil. İçinden gelir.” Pek tabi daha iyi yazabilmek için bir çok öğrenme gerçekleştirmek mümkün ve iddialı bir yazar olma söylemi içerisinde de değilim. Fakat içimden gelen bu yazma isteğini neden durdurayım ki…

1 yılı aşkındır pek bir şey yazdığımı söyleyemem. Yazımın başında da bahsettiğim gibi yarım kalmış sayfalardan ibaret yazdıklarım. Bir oyun seyri neye sebep olur derken, bu oyunun beni tekrar kelimelerle oynamaya, içimden gelenleri dur durak bilmeden yazmaya sevk ettiğini rahatça söyleyebilirim.

Neden yazıyorum sorusuna verecek belki de çok mantıklı cevabım yok. Zaten yazmak için mantıklı sebeplere ihtiyacım olduğunu da kim söyledi? Ben çok sevdiğim birinin de söylediği gibi sonrasında “keşke” dememek için yazmaya devam edeceğim. Kelimelerimin uçup gitmemesi, yıllar sonra geriye dönüp baktığımda mutlu olacağım kelimelerime bakabilmek için yazmaya devam edeceğim. Gerisi teferruattan ibaret.

Oyuna geri dönecek olursak bir itiraf ile finali yapmak istiyorum. Lisa’nın Ruth ile tanışma sahnesinden aklımdan geçen tek isim Orhan Pamuk oldu. Kendisiyle tanışmak ve yazarlık üzerine bir sohbet gerçekleştirme hayalini kurarken buldum kendimi. Uzak ve komik bir hayal olsa da Lisa kadar heyecanlanmama yetti.

--

--