Beklenmeyen Hikaye

E.Hilal Ceylan
Türkçe Yayın
Published in
7 min readJul 10, 2021

--

Doğru zamanda teğet geçip, yanlış zamanlarda çarpışanlara…

50 dakikalık bir rötarın ardından uçağın kalkması için bekliyoruz. Gün sonu, aksilikler birbiri ardını izlerken her yandan sabırsızlık nidaları yükseliyor. Yan koltuğumda durmaksızın ağlayan küçük bir bebek, oflayıp puflayan insanlar, kokpitte pilotun gerginliğini bile oturduğum yerden hissedebiliyorum. Sonunda uçak havalanıyor. Uzun yıllardır ilk kez kalkışta hissettiğim o korku ve tedirginlik içimde yok. Kafamdaki düşüncelerin sarpa sarmasından mı duygularımın yoğunluğundan mı yoksa hafta sonu yorgunluğundan mı bilmiyorum.

Ön koltuğumda tanıdık bir sima ile karşılaşıyorum. Yaptığımız sıradan bir sohbetin ardından nerden nereye gelip gittiğimi, hafta sonumun nasıl geçtiğini soruyor. Anlatacak hali kendimde bulamayıp bir şeyler geveliyorum. Sonrasında beklenmedik bir cümle beni derin düşüncelere sürüklüyor “Sen bu yorgunluğa değmeyecek bir hafta sonu için yollara düşmezsin” Son 10 gündür yaşadıklarım aklımdan birbir akarken, tüm bunlara değdi mi diyorum kendi kendime. Ve derin bir uykuya dalıyorum.

Her şey nasıl başladı diye soruyorum içimden. Her şey klişe bir romantik komediden fırlamış gibi nasıl serildi önümüze? Nasıl buralara kadar geldi? Ne ara bir kitabın sayfalarında, bir rüyanın kollarında buldum kendimi ve ne ara kitap bitti, o uykudan uyandım? Her şey zihnimin bir oyunu gibi beynimin kıvrımlarında birbirine dolanıyor. Nerede benim planlı, programlı, kendinden emin düz bir çizgide ilerlediğim hayatım? Nerede aldığım kararlar, ettiğim büyük laflar? Ne ara yoldan çıktık, zamanlar ve mekanlar birbirine girerken ben ne ara koptum bu denli bilmişlik tasladığım düzenimden? Hiçbir şeyi bilemiyorum şimdilerde. Hepsi bir rüyaydı ve uyandım demek bu hikayeyi anlatmanın en kolay yolu sanıyorum.

Nasıl tanıştık, olaylar nasıl gelişti buraların pek de önemi yok. Ama konuşacaklarımız olduğuna inandığımız, sıradan bir akşam üstünde bir Çin restoranında bulduk kendimizi. Kafamın içinde tamamlanmamış işlerle alelacele çıktım evden. Giderken yetişmeyen işlere sövüyor, daha gitmeden yemek ve biraz sohbetten sonra kendimi en hızlı şekilde nasıl eve atabileceğimi hesaplıyordum. İçimden açık konuşuyordum yine kendime, bu bir flört yemeği mi diye, gerçi olsa ne yazar. Benim flört edecek, yeni birini tanıyacak halim mi kalmış. Hoş bir akşam yemeğinden ibaret olacak her şey. Akşamın sonunda ben her zamanki gibi büyük ve mantıklı laflarımı ortalara saçarak tek başıma evimin yolunu tutacağım. Trafiğe içten içe küfürler savurarak mekanın kapısına geliyorum. O an geç kaldığım için adam akıllı aynaya bakmadığım aklıma geliyor. En azından rujumu doğru dürüst sürmüş olsam bari. Üstüme başıma bir çeki düzen verip içeri giriyorum.

Garsondan yardım isteyerek masayı buluyorum. Beni görünce ayağa kalkıyor. Şen kahkahalarımla sarılıyorum ona. Kafamın içi ne kadar başka yerdeyse o kadar rahat, o kadar kendim olduğum günlerden biri daha. Karşımdaki heyecanlı duruşu başta komik geliyor. Hızla sipariş vermek istiyorum, en son ne zaman yemek yediğimi hatırlamıyorum. Yemekler geliyor, şarap servisi başlıyor. Tahminimden hızlı ilerliyor sohbetimiz. Ankara’yı sevmediğinden başlıyor, her şeyi bırakıp gitme planından bahsediyor ve utana sıkıla, biraz da benim merakımdan özel hayatındaki değişimleri anlatıyor. Hepsini can kulağıyla dinliyorum. Bir yandan da aldığı riskler, hayallerinin peşinde gitme inancına büyük bir saygı duyuyorum. Sohbet akıcı bir şekilde devam ederken, iyi sohbet ettiğim birinin kısa süre sonra gideceğine dair kadere sövüyorum. İşlerin bambaşka boyutlara taşınacağından habersiz, sadece sohbet arkadaşımı daha en başından kaybetmenin hüznü bu.

Sohbetin ortasında hiç beklemediğim anlarda iltifat ediyor bana. Mevzu iltifat olunca konu yine gözlerime geliyor. Artık klişe gelmeye başlayan bu beğeniyi samimiyetsiz bir teşekkürle karşılayacakken bana bakışları dikkatimi çekiyor. Yıllardır aradığım, sonra aramaktan külliyen vazgeçtiğim samimiyet ve sıcaklığı gözlerinde görüyorum. Kalbinden geçenler belki kelimelerine değil ama yüzüne yansıyor. Tam bu noktada tehlike çanları çalıyor, ben duymuyorum.

Mekanın kapanma vakti geldiğine ikimiz de üzülüyoruz. Veda vaktinizi uzatmak adına yemyeşil, çiçek kokulu sokaklar arasında kaybola kaybola, sohbet ederek Kuğulu Parka kadar geliyoruz. Parkın en sevdiğim “benim bankım” diye adlandırdığım noktasına götürüyorum onu. Bir sigara bir sigara daha.. Bu gecenin bitmesini içten içe istemiyorum. Onu evime davet etmek istesem de bir yandan bu kişinin hayatımda tek gecelik bir ilişkiye dönüşmesini de istemiyorum.

Ayrılık anı gelip çattığında kendimden beklenmeyecek özgüvensiz bir ses tonuyla onu eve davet ediyorum. Neyse ki uzatmadan kabul ediyor. Sonrasında emin oluyorum, beni çok konuşmadığım vakitlerde sadece bakışlarımdan anlayabiliyor. Geceyi bitirmeyeceğimizin mutluluğu ile koca bir demlik kahveyi koyuyorum ortamıza. O ise tedirgin, huzursuz. Ne yapacağını bilemiyor. Fakat bir misafiri kucaklama konusundaki engin bilgimle ona da kendini evinde hissettiriyorum. Sohbetimiz devam ediyor. Birbirimizi hızlandırılmış bir şekilde daha yakından tanıyoruz. Mutlu hatıralardan, yaralarımıza kadar uzanan bir yolculuğun kollarına kendimizi korkusuzca bırakıyoruz.

Bu geceden sonra kontrolümüzü kaybediyoruz. Sayılı günün her dakikasını değerlendirmek, birbirine sevgisini göstermek için çabalayan iki insandan ibaretiz artık. İnsanlara karşı sağlam olmayan inancım ne olduysa bambaşka bir boyuta taşınıyor. Artık beni seviyor biliyorum. Ve ben de onu gideceğini bile bile sevmekten bir adım geri durmuyorum.

Çok daha evvelden karşılaşmış olsaydık diye geçmişe dair hayaller kuran sohbetlerimiz, korkarak geleceğe dair yollarımızı kesiştirme hayallerine evriliyor. Korkuyoruz, inanmak için elimizden geleni yapıyoruz. Bildiğim tek gerçek birbirimizi sevdiğimiz. Sonrası mı.. İşte o kısma dair hiçbir şey bilmiyorum. Ama bir yanım inanmak istiyor, “elbet bir gün” deyip duruyoruz. Çok zaman kendimizle çelişiyoruz. Birbirimizin hayatına duyduğumuz sonsuz saygımıza kimi zaman kıskançlığı, kimi zaman özlemi istemeye istemeye ekliyoruz. Her sarılmamızın bizi sona bir adım daha yaklaştırdığını ikimiz de biliyor, ama iki küçük çocuk gibi bunu asla kabul etmiyoruz.

Çokça gülüyoruz, çokça sarılıyoruz. Günler birbirini hızla kovalıyor. Ankara’dan nefret eden kaçma planları için gün sayan insan, Ankara’nın sokaklarında yürümekten zevk alıyor yanıbaşımda. Her gittiğimiz yerde, yeni bir şey keşfetmiş gibi şaşkın, mutlu ve huzurlu. Işığı içimi aydınlatıyor. Ankara’da sevilecek şeyleri ona bir bir gösteriyorum. Bir gün Ankara’yı neden sevdiğimi sorduğunda, “Burada sevmeye dair elle tutulacak bir şey göremeyebilirsin. Ankara hatıralar ve yaşanmışlıklarıyla güzel” diyorum. Geçirdiğimiz vakitlerde bunu anlıyor ve itiraf ediyor. Artık Ankara’yı o da hatıralarımızla seviyor.

Gerçek bir veda vaktine adım adım yaklaşırken birbirimize sonsuz sözler veriyoruz. Bir de erişkin iki insan değilmişiz gibi bunlara inanıyoruz. İlk durak aslında çok da uzak gelmiyor gözüme neticede 450 km. Sonrası belirsiz bir umman… Gel denilse gelinecek yol değil. Hayatlarımız gözlerimizin önünde başka yollara ayrılırken bunu kabullenmemek için elimizden geleni yapıyoruz. Mantığımın iplerini serbest bırakıyorum. Kaygılarda boğulmuyor, yaşanacaksa yaşanacak mottosuyla kalan günlerimizin yavaş geçmesi adına dua ediyorum.

Bir Cuma günü onu bozkırdan uğurluyorum. Gerçek olduğuna inanmakta güçlük çekilecek bir ilişkinin ve hatıraların hepsini evime, mahalleme, sokaklarıma sere serpe bırakıyoruz. Zamanında konuştuğumuz büyük lafların hepsini birlikte, bir bir yemenin haklı gururuyla, zerre pişmanlık duymadan sarılıyoruz son defa zannederek.

Gitmesinin ardından önce kendime kızıyorum. Sevdiğim her şeyi onunla paylaşmanın, her köşeye bir hatıra bırakmamızın beni ne denli yoracağından korkuyorum. Sonrasında pişmanlık içimi kuşatmadan, yıllar sonra hala böyle şeyler hissedebilmenin mutluluğu sarıyor içimi. Aklımın ve kalbimin git gellerine ben bile yetişemiyorum. Bir de onu düşünüyorum da… İşte o zaman iyice çığrından çıkıyor düşünceler.

Ayrılığımızın ilk adımında hala vedayı kabulenmemiş şekilde kmlerce öteden sarıyoruz yine birbirimizin kalbini. Bu gerçek ayrılığımız için bir alıştırma olmalıydı halbuki. Ama hala korkmuyorum. Sonunun ön görülebilir olduğu bu hikayeyi her halükarda yaşamak isteyeceğimden, aksine yaşamasam daha büyük pişmanlık duyacağımdan eminim. İnsanlara dair kaybettiğim o inancı tekrar kazanmanın mutluluğu, pozitif düşünmeye zorladığım zihnimde tutunacak bir dal oluyor.

Bir hafta bitmeden bir akşamüstü kendimi trende buluyorum. Ben ne yapıyorum dememe kalmadan, etmeye doyamadığımız vedalar için bir son daha… Koşabiliyorken yanına koşmak, tüm yaptığım bu. Bu defa onun doğduğu, büyüdüğü şehirde kavuşma sandığımız bir veda için yoldayım işte. Tren hızlı ve konforlu bir yolculuk sunmasına rağmen içim içimi yiyor, dakikaları sayıyorum. Zira Ankara’daki inancımızın, kalbimizdeki o sıkı bağın sallanmaya başladığını, gerçek yaşama adım adım yaklaştığımızın farkındayım.

Yine hiçbir şey olmamışçasına aynı coşkuyla sarılıyoruz birbirimize. Yine dolu dolu geçen günler… Sadece artık ikimizin de gözündeki ışık aynı değil. Gözlerimizde kaygı bulutlarını görebiliyorum. Belirsiz bir gelecekte yine birbirimizi bulma ihtimalimizin düşüklüğü bir onun bir benim içimi yokluyor. Son günlerimize gölge düşürmemek adına büyük bir çaba gösteriyor olsak da ilk kez aramıza gözyaşları giriyor, gözyaşlarıyla birlikte uzun sessizlikler, çabalanan ama başarıya ulaşamayan konuşmalar…

Bu defa son vedamızı bir havaalanında gerçekleştiriyoruz. Susuyoruz. Konuşmak için yoğun çabam duymak istediklerim, söylenemeyenler, söylense de inanamayacağım sözler… Hepsi boğazımda bir düğüm… Yıllardır unuttuğum bir şekilde ağlıyorum. Birbirimize son defa olduğunu bilerek sarılıyoruz. Zaten zor olan ayrılığımızı bir film klişesi gibi 50 dakikalık rötar daha da zorlaştırıyor. Bu defa çocuklar gibi hem gözü yaşlı hem mutlu sarılıyoruz birbirimize. Ve ilk kez başlıyoruz birbirimizi kandırmaya. Birlikte kalmak için elimizden gelen her şeyi yapmaya yeminler ederken, seni seviyorum cümlelerinin ardı arkası kesilmiyor.

“Seni sevdiğimi biliyorum, ve beni ne kadar çok sevdiğini… Fakat gerçek hayat sandığımız gibi değil. Birbirinden ayrı yolda yürümeye karar vermiş iki kişinin yolunu bir yapmak sandığımız kadar kolay değil, hatta imkansız. Git artık ne olursun” diyemiyorum. Uçağa bindiğimde bir karar vereceğim diyorum kendi kendime. Ve bu karar için hiç sağlıklı olmayan bu ortamdan kendimi çekip kurtaramıyorum.

Dile gelmeyen bir ayrılık, asla inanmadığımız bir umut ile bizim hikayemiz tam da orada bitiyor. Bir daha yolumuz kesişir mi demeye kudretim kalmıyor. Susuyorum.

Sakince okumayı bitiriyorum. Kısa bir sessizlikten sonra;

“Bitti mi?” diye soruyor.

Gülümseyerek, eleştirileri en başından kucakladığımı gösterme niyetiyle;

“Bitti anlaşılmıyor mu?” diyorum.

“Sence de biraz abartılı olmamış mı? Bu aralar Yeşilçam’a mı sardın? “

“Gerçeklikten uzak mı dersin, yazarken fazla duygusal mı diye tereddütlerim olmuştu ama…” diye sormaya çalışıyorum tereddütle.

“İtiraf et, onuncu defa ‘Vesikalı Yarim’ izleyip de üzerine mi yazdın bu hikayeyi” diyerek bir kahkaha atıyor. Yüzümde gizlemeye çalıştığım bir bozulmanın ardından;

“Tamam tamam ciddi oluyorum. Hikayeye kötü diyemem fakat insanlar böyle aşk hikayelerine inancını kaybedeli çok oldu. Okuyucu bunu içselleştiremeyecek. Sen iyisi mi üzerinde bir düzenleme daha yap derim ben. Silip at demiyorum da biraz daha ayakları yere basan bir hikaye seni daha çok yansıtacaktır. Mesela baş karakter yani anlatıcı, bunun bir heyecan olduğunu fark edip, daha kısa sürede veda etse? Veya bir gecede yaşanmış, ertesi gün her şeyin bir heyecandan ibaret olduğunun fark edildiği bir ilerleyiş ile gitsen? Yahut olaylardan ziyade anlatıcının iç yolculuğuna değinsen?

“Söylediklerin benim için kıymetli. Belki de dediğin gibidir, haklı olabilirsin. Ben tekrar bir üzerinden geçeyim. Şimdi benim gözüme de güçsüz bir hikaye gibi geldi. “

--

--